22 Şubat 2011 Salı

İnsan bir ağlar bir güler. İnsan kederiyle eninde sonun da baş başa kalacağını bilir. Bilir de önce feryat eder sonra susar. Susmasıyla içine düşen kor bundan felli etrafındakileri değil sadece onu yakar. İş başa düşer.  Zaman da buna “bir örtü” ile refakat eder. Boğazına kadar dolduğun vakit o örtünün altındaki yerini alasın diye. Zamanını kaybeden acı bekleyiş ise cıs çıplaktır. Hangi acıyla örtüneceğini bilmeden, bir bekleyişin içerisine hapsolmak ve o bekleyişe tutunarak yürek tetikte yaşamak… “Öldü.” demek, “Doğdu.” da demektir aynı zamanda. Ya “Öldü.” diyememek? Öylece yüreği sıkıştıran bir “unutulmaya” zorlanmak nasıl bir duygudur? “O hiç yaşamadı.”ya alışmak bir anne için bir baba için “ihanet”in kapısında yaşamak değil midir? Kaybettikleri yakınlarının yüzünü kara çıkarmamak için, “Elden ne gelir” çaresizliğine boyun eğmemek için ve en çok da “ihanet” etmek istemedikleri için 300’ü deviren haftalar boyunca, her cumartesi, Galatasaray Lisesi önünde buluşan kayıp yakınlarının istekleri, geçiştirilebilecek kadar “silik bir acı” mı dersiniz?

Değişen hükümetlerin “Bizim zamanımızda olmadı.”demekle yetinmeleri, üstüne üstlük kayıplara, kayıplar eklemeleri bir devlet ve hatta bir medeniyet icadı olarak neredeyse yüz yıllardır uygulanan bir savaş tekniği. İlk olarak Yerlilere uygulanan bu yöntemin geliştiricisi ise Arjantin askeri cunta döneminin başkanı General Videla. 30. 000 kişiyi “kaybeden” Arjantin cuntasının bu uygulaması tarihe “Arjantin ölümü” olarak geçmiştir. 1976-1983 yılları arasında egemen olan askeri diktatörlüğün kullandığı bu yöntem “çeşitli işkencelerden geçtikten sonra, uyuşturulmuş halde askeri kargo uçaklarına “yüklenerek”, okyanusun ortasına” (1) atılan insanlardan ibaret değil sadece.“Ölüm uçuşları”nda kaybedilen insanların çocukları da bir tür savaş ganimeti olarak, çocukları olmayan subaylara dağıtılmıştır. Dersim Harekâtı’ndan sonra paylaşılan çocukların kaderi ile ne kadar da benzer. Yalnız bu benzerliğin akıbeti, 1983’deki askeri diktatörlüğün seçimle değişmesinden sonra göreceli farklılaşmıştır.  Devlet Başkanı Raul Alfonsin, seçim kampanyası boyunca yürüttüğü “adalet” vaadini CONADEP (Kayıp Kişiler Ulusal Komisyonu) ile gerçekleştirdi. Başkanlığını Ernesto Sabato’nun yaptığı komisyonun çalışmaları bugün için yapılması gerekenlerin hali hazırdaki sunumudur adeta. “Komisyon personeli; hapishaneleri, gizli mezarlıkları, emniyet binalarını teftiş etti; cunta döneminde ülkeyi terk etmek zorunda kalmış kişileri tanıklık yapmak üzere ülkeye davet etti, bu davete uyarak gelenleri dinledi, gelmeyenlerin bulundukları ülkelerdeki Arjantin elçilik ve konsolosluklarında ifade vermelerini sağladı. Komisyonca alınan, iki saatlik etkili bir tanık ifadesinin özeti ulusal televizyonda gösterildi. Komisyon, düzenli basın açıklamaları yaptı, hala hayatta olabilecek kişilerin yerlerini tespit edebilmek amacıyla, kayıp aileleriyle yakın çalışma yürüttü.” (2) Bu çalışmanın hazırlandığı rapor “Nunca Mas” (Bir Daha Asla!) adı ile tarihe geçti. Komisyon hukuksal süreçte adaleti tecelli ettiremese de konuyu bu sürece taşıyabilmesi bakımından önemlidir.

Hakikat ile hiç işi olmayan ülkemiz ise “Hakikat komisyonları” ile hiç yüz göz olmamıştır. Kurulan komisyonların ahvalini Sırrı Süreyya Önder özetledi geçen haftalarda: “Bizde devletin zülf-ü yârine dokunacak işler hep komisyonlara havale edilir ve bugüne kadar, sonuç alabilmiş bir komisyon görülmemiştir.” Ayıp olmasın yekten manasız değillerdir. Evraklar, bürokratik prosedürler, yemişim gizliliğini cinsinden çok gizli (!) dosya takasları, bir ileri üç geri olay mahal gezintileri, dostlar iz peşinde görsün hesabına yatışlar… Hani neredeyse yalan var, kuyruklu yalan var bir de komisyonlar var diyeceğim. Bir taraftan da “yalan’ın bacakları kısa olur” derler. Ama eli yüzü düzgün “inkârların” bacak uzunluğu bu kusuru ikame eder, ediyor.

Mukayeseli ilerleyemeye devam edelim. General Videla, 1985 yılında ömür boyu hapis cezası alsa da imdadına bazı gerekçeler yetişmiştir. Ulusal komisyondan çıkan sonuçlar bile 1986’da yürürlüğe konulan “Son Nokta Kanunu”nun çeşitli yargılamaların önünü kapatmasına engel olamamıştır. Bu kanun “Yürürlüğe giriş tarihinden itibaren 60 gün içinde dava açılmaması halinde, askeri yönetim mensuplarına karşı bir daha dava açılamayacağını öngörüyordu. Bunun dışında “emre itaatten kaynaklanan zaruret hali”ni cezasızlık nedeni sayan bu kanun, bir çok subaya karşı dava yolunu kapatmıştı. İzleyen altı ay içinde askeri diktatörlük dönemindeki insan hakları ihlallerinden dolayı yargılanan subayların sayısı 370’ten 40 civarına indi.” (3)

Videla, 1990 yılında Devlet Başkanı Carlos Menem tarafından çıkartılan af yasası ile bir kez daha yırtmış olsa da 2010 yılında yapılan yargılamalardan paçayı sıyıramamıştır. Geç gelen adalet 85 yaşındaki Videla’nın gözünün yaşına bakmamıştır. Onunla birlikte askeri cunta döneminin 12 görevlisini müebbet hapis cezasına mahkûm etmiştir.

Haddim değil, ama görüyorsunuz ki hakikat komisyonlarından korkmak gereksiz bir vehme kapılmaktır.  Çıkartırsınız bir yasa ne apoletliler ne kod adlılar ne ağır ağabeyler ne de lacivert kravatlılar etkilenir, hukukun sözde “yüz tanımaz, kıdem bilmez” adaletinden. Ya da Şili Demokrasisinin, General Augusto Pinochet’e yapmış olduğu güzellik gibi 300 davadan “ihtiyarlık bunaması” sebebiyle sıvışılabilir. (Tüm bunlardan yola çıkarak söyleyebiliriz ki 12 Eylül cuntasının ileri gelenleri için telaşlanmaya lüzum yoktur. “Yargılama” gibi vaatleri seçim arifelerine bırakmak yeterlidir.) Hep bir ağızdan söyleyelim şimdi: “Demokrasilerde çareler tükenmez.” Şükür ki canilik idrar, kan, dışkı örneklerinden tespit edilemiyor yoksa bürokraside olacak alavere dalaverelerden emin olun bugünleri mumla arardık.

Sözcük anlamının dışında pratikte gördüğümüz siyaset hızlı  bir adaptasyonu şart koşar. Koşula göre tutarsız B, C… planları, güne yapışacak ama günlere yapışmayacak demeçler, şıkıdım şıkıdım halka yılışmalar bunun ilk akla gelen şekilleridir. Bir iki hafta önce Recep Tayyip Erdoğan ile Cumartesi Annelerinin buluşması da bu konunun 5 yıldızlı örneğidir. Hatırlarsanız, 1997'deki albümünün kapağına Fehim Tosun'un fotoğrafını koyan U2 grubunun, 2010’da Türkiye’ye konser sebebiyle gelmeleriyle kısa bir dönem kayıplar ve dolayısıyla Cumartesi Anneleri hatırlanmıştı (!) Gene o dönem Başbakan Erdoğan, "Onlar kim, ne yapıyorlar, sadece oturuyorlar, arkalarında kimler var biliyor musunuz?" demişti. Bundan sonra yorum yapmak kelime israfı. -Burada kişiden çok siyasetin kendisine odaklanınız.- En son Mutki'de ortaya çıkan toplu mezarlara gelişigüzel dalan kepçeleri seyreden bir kayıp yakınının yaşadığı zulümden utanmak herkesin boynunun borcu, bilhassa “Bizim zamanımızda olmadı.” deyiveren devlet yetkililerinin boynunun borcu.

İşin gerçeği bu ülkenin canileri, toplu infazları gizlice gerçekleştirmeyecek kadar ileriye götürmüş. Köylerin üstüne boşaltılan mermiler, “yanlışlıkla” vurulan çocuklar, “terörist” olma ihtimaliyle kurşunlanan köylüler bu toprakların geçmişi, bugünü. Öldürülen eşinin bağırsaklarını elleriyle içeri sokan, belindeki puşiyle bağlayan Leyla Aybi için geçmişi, geçmişte bırakmak zor. Bunun üstüne suçluların hala cezalandırılmamış olması kolay kolay kaldırılabilecek bir şey değil. Asıl bu yaşatılanlar, halkı “kin ve nefret duyguları” aşılıyor.

General Videla’nın “Kayıplar, kayıplardır. Ne yaşıyorlar ne de ölüler, kayıplar.” ifadesindeki arsızlık, yüzsüzlük bu topraklardaki tutumdan farklı değil. İstenilen “bari acıya erişebilmektir.” Zaman, örtüsü ile onlara refakat etsin diye, veda edebilsinler diye ve bir Cumartesi Annesi’nin dediği gibi gidebilecekleri bir mezar taşı olsun diye. Çok mu?

Filiz Gazi
filizgazi@gmail.comBu e-Posta adresi istek dışı postalardan korunmaktadır, görüntülüyebilmek için JavaScript etkinleştirilmelidir


1. Mithat Sancar, Geçmişle Hesaplaşma “Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne”, İstanbul: İletişim Yayınları, 2008, s. 218
2. Sancar, s. 218-219
3. Ruth Fuchs’tan aktaran Sancar, s. 221

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder